Ocak 30, 2016


Talep etmiyorum. Dile getirdiğim her şeyin, öz saygımı parça parça çürüttüğünün bilincindeyim. Lakin başka türlüsü de olmuyor... Sessizliğin sızdırması yok. Aynalarını dolduran bir odadan başka hiçbir şey değilim.
Kendimi beğendiklerime iliştiriyorum. Bir parça samimiyete, huzura, sıkıntıya anlamlar yüklüyorum//bir parça samimiyetle, huzurla, sıkıntıyla anlamları besliyorum. Bana sorarsan bütün nesnelerin ve insanların bende ayrı şarkıları var. Ruhumun gördüğü an yazmaya başladığı şeylerdir bunlar. Camdan dışarıya bakarken, bir yerden bir yere yetişirken gördüğüm insanlardan sonra, evimde veya herhangi bir yerde yalnız kaldığımda; işte bu özlük zamanlarında dış dünya ruhuma işlemelerini yapması için izin veriyor. İşin aslında her birden ve her şeyden, herkese zamanım kalıyor.
Bütün oluşların içeride, inimde olduğunu hatırlamalı. Karanlıktan güneşe çıkınca bile şaşırır insan. Özlük zamanlarımın ne denli içre olduğunu kendime devamlı hatırlatmalıyım. Kafamdan alınıp dışarı atılınca zorlanıyorum çünkü.
Çaresi yok tamam, çare arayan da yok ki! Kendimin bilincindeyim... Kendimin olabildiğince kendimdeyim. Bilincindelik, bir yanıyla benimseyiş değil mi?

Ocak 26, 2016

Bugün Sabahtan

Şu imkansızlığı düşünmeden edemiyorum asla,
Soğuk sabahların kucaklarına uyanıyorum
Gün açmadan beni karşılıyor olmadığın her şey
Her yeni günle artıyor acı düşünleri
Yoksunluğun avurduna biriktiriyorum ben de
benimkileri
Başlıyorum anlam tanzimine ayıldığım zaman
-senin ayık olmadığını bilerek-
Maddenden sıcağı kendime alıyorum

Uzun süredir nesneler dünyasında takılmışım
Sen bir imge kurtarışıyla geliyorsun bana
Kollarıma,, ve boynunu akıtıyorsun kucağıma

Bu dil konuşuyor onların arasında anlamıyorum
Kelimeler düzüyorum satırlarda onlar anlamıyorlar

Oysa dövdüğün değirmende iş böyle değil;
Orada herkes güzel, orada her şey duru
Herkesin elleri kendinden vermeye hazır bekliyor
Orada öğütümsüz yaşanıyor, ağzımı yaşatıyorum.

Ama düşünmeden edemiyorum şu imkansızlığı asla,
Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğim hani

Beyaz odalarda dikilmiş türkü söylüyorum
Önce susarak dinleyip sıram gelince söylüyorum

Çobanıyım dünyanın, bilgisiziyim geçmişin
Bugünün seyircisiyim
İzliyorum penceremden oyunlarını ve seni
Kağıtların, bardakların, grilerin izin verdiği kadar
Yine de görebildiğim çok şey var.

Ocak 18, 2016

La Belle Personne


--spoiler--

Bir gece yarısı filmi olan La Belle Personne bizi niçin bu kadar etkiledi?
Yalnızca benim için mi geçerli bilmiyorum, bu film, ilk dakikalarından itibaren beni aldı ve kendi hikayesini benim hikayemin üzerine yazdı. Karakterlerle, düşüncelerle ve tüm sembollerle yaşantımı örtüştürdü. Filmin ardından dalga dalga etkilemeye devam eden şey, filmin genel portresinden ziyade filmdeki ara formlardı bana göre. Hatta genel bir bakışla yorumlayacak olursam filmin hikayesinin gayet bayat olduğunu söyleyebilirim. Ama nüanslarla; gerek şarkılarla, gerek karakterlerin fiziksel özellikleriyle filmden geriye iç gıcıklayan hisler kaldı bize.

Christophe Honoré anladığımız kadarıyla içe dokunmanın sırrını çözebilmiş bir yönetmen. Aynı zamanda Louis Garrel'in efsununun da farkında. Les Chansons d'Amour, Les Biens Aimés, Dans Paris ve benzerleri. Bu adamdan da ayrıca bahsetmek istiyorum.

Biri çıkıp bana bu dünya güzelinin ne derdi olduğunu söylesin. Bakışlarında en az bir yüzyıl yatıyor adamın. Oynadığı her rol bu adam sayesinde ete kemiğe bürünüp nüfusa ekleniyor. Les Chansons d'Amour'la sesinin güzelliğinin farkına vardık, The Dreamers'ta cömertçe vücudunu sunuşunu izledik, La Belle Personne'da ise onun da bir şeyleri umursayabileceğini ve dahası aşık olabileceğini görmüş olduk. İşte bu konuda, çatışmaları çok net hissettim. La Belle Personne'daki ani değişimi bana biraz pürüzlü hissettirdi. Bu denli havadarlık ve umarsızlığın ardından kendisini sadakat sözü verirken görmek etkilese bile pek de inandırıcı olmadı.

Yine de, filmin temelini oluşturan ve Fransızlığın aziz getirilerinden olan nötrlük, duruluk ve sınırlı taşkınlığın perdeye yansımasında Louis Garrel'in büyük etkisi olduğu ortada.

Duruluktan bahsetmiştim...
Léa Seydoux ve bedenlenmiş melankoli. Louis Garrel'in manik-depresif olduğunu varsayalım; bu halde depresif döneminin en güzel aşığı Léa Seydoux, manik dönemininki ise Eva Green olurdu. (The Dreamers)

Karakterinin derin duyguları La Belle Personne'un iskeletini oluşturuyor. Rahatsızlığı, yarım kalmışlığı ve mutsuzluğu filmle beraber Junie'den uzun bir süreliğine ödünç alıyoruz.
Bu filmde çıplaklığının ilk partına şahit olduğumuz Léa Seydoux'un ilerleyen partlarını merak edenler ise La Vie d'Adèle'i seyredebilir.

Filmin ardından içinize dolan buhranı körüklemek için soundtrack'i loop'a almak yetiyor. Bir şekilde insanın kendini sorgulamasına sebep olacağından ve yaşattığı melankolinin ilginç bir haz bırakacağından eminim.

Ocak 17, 2016

Ne'liği Sorgulama

           Kurbağa deneyini hepimiz biliyoruz. Sıcak suyun içine birden bırakılınca dışarı zıplayan, fakat soğuk suda yavaş yavaş ısıtılınca hiçbir tepki vermeden kaynayan kurbağaları. Kutsal beşeri özelliklerimiz, sözüm ona eşsiz yapılarımıza rağmen onlardan farksız oluşumuz ne kadar aşağılayıcı, değil mi? Aleni olmadığı sürece, etrafımızdaki büyük değişimlerin ancak büyük bir sonuç verdiğinde farkına varabiliyoruz. Kurbağalar ölümle tepkidikleri gibi, biz de kendimizi kaynama noktasında  60 yıl harcamış ve gerçekleştirilememiş bir halde buluyoruz. İşin aslında, en tepelere konumlanacak hiçbir üstünlüğümüz yok.
           Düşünebiliyoruz, düşünerek zaten kendi kendimizi sona getiriyoruz. İstediğimizi seçebilme ve reddedebilme özgürlüğümüz -ki bu özgürlüğün de her birey tarafından kullanılabildiği şüphelidir-, bizi yalnızca kararsızlığa, rutin paranoyalara, devamında gelen sonsuz sorgu araflarına sürüyor. Onlarla kutsandığımıza inandırıldığımız bütün ayırıcı özelliklerimiz, yaşadığımız günlük keşmekeşin tek sorumluları. Nitekim asırlardır lanetlendiklerimize tapınmaya alıştırıldığımızdan sorunlarımızın köküne bir türlü inemiyoruz belki de. İçinde bulunduğumuz toplumdan, ailemizden veya 'tanrı'dan ötede; kanımıza sızan zehrin tek kaynağı insanlığımız.
..."Yürümeyi yeni öğrenmişiz gibi dikkatle ilerliyorduk. Yürüyüşe devasa bir sessizlik hükmediyordu. Hızlandığımız saniyelerde eli benimkine değiyordu; ne kadar zarif, yumuşak, narin bir ten... O temaslarla içimde beliren hisleri anlatmam mümkün değil. Bir yere yetişiyorduk, aynı zamanda bir şeyden kaçıyorduk; birbirimizin hem sevgilisi hem de yabancısıydık. Adımlara karşı adımlarla savaşıyorduk. Asla eksilmeyen ve artmayan bir boşluğu koruyorduk ortamızda. Üçüncü biri bize eşlik ediyor gibiydi. Bazı geceler geçtiğimiz yollar beni yeniden çağırırlar. O yürüyüşte sonuca erdiremediğim tüm düşüncelerimi bırakmışım sanki..."

Holizm